Zehra Doğan’ın çizgi romanı “5 No’lu cezaevi”, iki dilden yayınlandı


 

Courbe-toi, mon amour, le temps que passe la bourrasque.

Je me suis tellement penché que mon dos est devenu un arc. Quand vas-tu tirer ta flèche ?

(Tends la main et trouve une poignée de farine)

Courbe-toi, mon amour, le temps que passe la bourrasque.

Je me suis tellement penché que mon dos est devenu un pont. Quand le traverseras-tu ?

(Tu essaies de bouger ton pied, mais le fer ne bouge pas)

Courbe-toi, mon amour, le temps que passe la bourrasque.

Je me suis tellement penché que mon dos est devenu un point d’interrogation. Quand vas-tu répondre ?

(L’agent qui mène l’entretien fait un record d’applaudissements).

Mahmud Darwish

Journal d’une tristesse ordinaire.


Darwish’in, Edward Said ile birlikte, vatansız Filistinlilerin kültürlerinin varlığına tanıklık eden ses olduğu söylenir. Öyle ki yaşadıkları toprakların Avrupa’nın işlediği büyük kötülüğün tazminatı olarak başkalarına verildiğini söylüyorlar.

Aynı şekilde Kürtler de vatansız bir halk olsalar da, Batılı güçlere bu şekilde direkt olarak bağlı olmadıkları için, çoğunlukla topraksızlar listesinde unutuluveriyorlar. Ancak başka bir neden daha var: sarsak hafızamız. Dünyanın en güçlü ordularının bile zorlandığı çatışmaları çözmek için sadece sahada yararlı müttefikler haline geldiklerinde Kürtleri anımsayan hafızamız. Bu halkın seslerini duymayışımızla, bu kültüre karşı olan umursamazlığımızla birleştiğinde daha da sarsaklayan hafızamız.

Zehra Doğan, bu sessizleştirilen seslerin ikonik bir sentezi olan en yetkili ses olduğunu gösterdi. Bu sesin kadın olması tesadüf değil.

Zehra’nın ve diğerlerinin iddialı sanatsal, siyasi ve entelektüel yolculukları bu önemli Graphic Memoir’da (Grafik Hafıza) da görülebileceği üzere Türkiye’de siyasi mahkum olan Öcalan’ın geliştirdiği jineolojî gibi önemli bir ideolojik temele dayanıyor. Kürt ideolog, 1999 yılında kaçırılma ve tutuklanmasından önce kaleme aldığı 2013 yılında İngilizce olarak yayınlanan Liberating Life: Woman’s Revolution (Özgür Yaşam – Kadınların Devrimi) metninde, ataerkilliğin inşasına yol açan antropolojik süreci analiz ediyordu. Sosyalist deneyim ve özgürleştirici süreçlere ilişkin sınırlar hakkında derinlemesine incelemeleri onun, kadının özgürleşme süreci olmadan özgürlüğün tam olarak elde edilemeyeceği sonucuna varmasına neden oldu.

Teorileri, Rojava’da ve diğer Kürt belediye başkanları tarafından yönetilen illerde, yönetim ve eğitim uygulamalarına dönüştü. Ancak her şeyden önce, tüm kültürel anlatılardan yola çıkan toplumsal dönüşümlerde olduğu gibi kültürün içine enjekte oldular. Böylece, Kürt halkının özgürleşme süreciyle bağlantılı olan siyasi düşüncenin temel bileşenlerinden biri haline geldiler.

PKK liderinin tanımladığı şekliyle Kadın Bilimi, Zehra’nın ve Türkiye’de ya da Suriye’de, diğer birçok siyasi ve siyasi olmayan mahkumun deneyimlerinin yanı sıra aynı zamanda bu kitabın altında yatan temel varsayımdır. Bu varsayımı anlamadan, kadınların kendi hayatlarının ve değişimin baş kahramanları olduklarını söylemek için bu güçlü kararlılığın, kurban ve cellat rollerini altüst ederek kurban olmayı reddeden anlayışın nereden geldiğini göremeyiz. Pek çok eleştirmen bunu sonsuz mutluluk inancıyla bağlantılı teolojik bir erdem olan, bu nedenle mutluluğun ufkunu siyasi erişimin dışına çıkaran ve ütopik bir kategori olan umut kararlılığı olarak tanımladı. Bu, sonuna kadar feminist olan ve bu dünyada farklı bir gerçeklik inşa etmeye kararlı olan Kürt aktivistlerin bakışlarını doğru bir şekilde temsil etmiyor.

Onu ilk tanıdığım zamandan ve bir sanatçı olarak çalışmalarıyla ilgilendiğimden beri, siyasi kimlik ile sanatsal davranış arasındaki bu içsel bağlantının Batılı muhataplarını ne kadar zor durumda bıraktığını fark ettim. Nazım Hikmet ile aramızdaki olağanüstü aracı Joyce Lussu onun hakkında şunları yazmıştı: “Hayat ve şiir, eylem ve söz öylesine organik ve parlak bir şekilde birbirine bağlıydı ki hikayelerini bilmek sırlarını anlamak için aydınlatıcı oluyordu”. Hikaye sözcüğünü “Kürt feminizminin siyasal kültürü” ile değiştirirsek Zehra için de aynı şey söylenebilir.

Ve bu kitap tam da buna tanıklık ediyor.

Olağanüstü tarihsel, antropolojik ve sanatsal değeri olan, hapishane edebiyatı (Boethius’tan Marco Polo’ya), türünde bir eserle karşı karşıyayız. 1981’de Sadat tarafından hükümet politikalarına yönelik eleştirilerinin ardından hapsedilen Mısırlı Nawal El Saadawi’nin “Tehlike, elime bir kalem alıp yazdığımdan beri hayatımın bir parçası oldu. Yalan söyleyen bir dünyada hiçbir şey gerçeklerden daha tehlikeli değildir” diyerek eline geçen herhangi bir şeyle yazmaya devam ettiği gibi Zehra da aynı şekilde hapishanede üretmeye devam etti. Her şeyden önce diğerlerini unutmadan yaptı, çünkü Zehra’nın yazdığı gibi “diğerleri olmadan, kaybolursun”. Nawal da dışarı çıkar çıkmaz Arap Kadınları Dayanışma Derneği’ni kurdu.

Büyük Türk hapishanesiyle ilgili anlatılarda genellikle referans olarak Nazım Hikmet ve onun hapishanedeki şiiri vardır. Zehra’nın da hapishane döneminde Fransız vatandaşlığına geçmiş bir Türk aktivist arkadaşından aldığı mektupların arkasında bu çizgi romana zemin hazırlayan zindan edebiyatının kırmızı çizgisinin çapraz referansları ve ince yayılımları var.

Bununla birlikte, bu eserin hemen söylenmesi gereken türünün tek örneği, kendine has bir özelliği var: sanatçının çalışmalarının aktivistler ağı aracılığıyla “kaçırılmak” üzere hapishanede canlı olarak yapılan, dolayısıyla diğer kadınlarla beraber, yakın işbirliği içinde yaratılan ilk çizgi roman olması.

Aslına bakılırsa, buna benzer bir hapishane çizgi roman geleneği de var. Alıntılamam gerekirse Hanawa, “Hapishanede” veya “Tehlikeliler” (Pericolose) eserinde olduğu gibi hikayenin kahramanı Zezè’nin bir çizgi romana dönüştürülmesi için Hermans’tan yardım almıştır, ya da aynı derecede güçlü ama daha edebi bir eser olan ve yazarlarının aynı zamanda anlatılan hapishane deneyiminin doğrudan tanıkları olduğu Mana Neyestanı’nın “Bir İran Başkalaşımı” adlı eseri örnek verilebilir.

Yalnız, burada farklı bir şeyle karşı karşıyayız, çünkü bahsi geçen diğer tüm örneklerde mahkumiyet deneyiminin kişisel olarak yeniden işlenmesi dışarıya çıktıktan sonra yapılmıştır. Burada ise Zehra yazıp çizerken Tarsus’taki 5 No’lu cezaevinin hücrelerine girme “ayrıcalığına” sahibiz. Karşımızda sanatsal bir eserin ötesinde tarihi bir belge bulunmakta.

Bu son kullandığım sıfat üzerinde bir an için duruyorum, çünkü bunda bile bir milat tarihi, eşi benzeri olmayan bir durum var. Aslında, tutuklandığı sırada gazeteci olarak faaliyet göstermesiyle tanınan ve 2015 yılında Ezidi kadınlarıyla ilgili saha çalışmasından dolayı prestijli Metin Göktepe ödülünü almış bir sanatçının çizgi romanı. 26 yaşında aldığı bu ödül, 1995 yılında polis nezaretinde hayatını kaybeden aynı isimdeki gazetecinin anısına verildi ve bir nevi kısmen gerçekleşen bir kehanet oldu. Kendi şehrindeki Güzel Sanatlar Akademisinde aldığı eğitim sonrası yaptığı resim nedeniyle tutuklanıp hüküm giyen Zehra, siyasi tutukluların oluşturduğu formasyon, kolektif çalışma, ve “hapis tembelliği ile mücadele” çabaları sayesinde en derin kaynaklarını harekete geçirerek cezaevinde çağdaş bir sanatçı haline geldi. Tahliye edilir edilmez, cezanın öngördüğü tüm günleri bitirdikten sonra, gönüllü sürgüne gitmek zorunda kaldı ve Londra’ya gittiğinde Tate Galerisi’nde bir enstalasyon onu bekliyordu. Kısa sürede dünyanın en etkili 100 sanatçısından biri olarak kayıtlara geçti.

Çizgi roman ve karikatürist dünyasının her zaman taşıdığı içsel suçluluk duygusunu biliyoruz, bunun için çizgi roman yapmalarına rağmen sanatçı olduklarını veya “çizgi romanın sanat olduğunu hatırlayalım”.

Zehra’nın kitabı bu yüzden hayrete düşürüyor, çünkü daha çok karşılaştığımız çizgi romandan sanata geçiş söz konusu değildir (genellikle geri dönüşü yoktur, örneğin Marjane Satrapi böyledir veya İtalya’dan bir örnek olarak Marcello Jori düşünülebilir) çünkü ardıl sanat bir ceza olarak görülür. Bununla, Metal Hurlant ile başlayan ve Francesca Alinovi’nin yeni İtalyan çizgi romanı olarak adlandırdığı döneme uzanan, içinden çıkılmaz bir enerji ve henüz atomik parçacıklarını tamamıyla dağıtmamış araştırmayı unutmak istemem.

Bu çizgi romanın sayfalarında patlama yaşıyormuş gibi görünen, ve hiç de tesadüf olmayan bir şekilde aynı anda Fransa ve İtalya’da ortaya çıkması sanatsal olayların kombinasyonlarının bu çalışmada bir sentez bulmuş olduğunu gösteriyor.

Zehra tüm bu bahsedilenlerle materyel olarak tanışmamış bile olsa, kendi yolunu izleyen alternatif ve araştırmacı bir popüler çizgi roman geleneğine sahip bir ülkeden geldiği için tüm bunları seziyor. Zehra da önsezilerini derlediği bu eseri, sanki Alinovi’nin 1982’de Flash Art‘ta Jori hakkında yazarken, “kan damarları gibi dallanmış tüneller aracılığıyla doğanın ve ana rahmine penetrasyonunu” anlattığı sayfalarla uyuşurcasına yaratıyor. Bu sayfalar için mükemmel görünen bir tanım.

Son olarak, nihai bir gözlemi de eklemek isterim: Bu kitap, düşünceleri nedeniyle hapishane kapılarından geçenlerin isim ve soyisimleriyle dolu. Çizgi romanlar aracılığıyla hayatlarını hakikat ve adalete adamış olanların ad ve soyadlarına önemli bir yer ayıran ilk yayınevi olarak Becco Giallo tarafından yayınlanması tesadüf değil diye düşünüyorum.

Böylelikle, Kürtlerin Yeni Yılı Newroz’la çakışan Libera ile ilkbaharın ilk gününde yapıldığı üzre, bu isimleri, unutulmuş kadın ve erkek tanıkların taşıdığı anlamı koruyan seküler bir ayın biçiminde kitapla birlikte tekrarlıyoruz.

Zehra’nın sırtı ve diğerleri hepimiz (tüm kadınlar) için bir ok, bir köprü ve bir soru işaretidir.

Elettra Stamboulis

Çeviri Orkide

Scrivi commento

Commenti: 0